Skip to main content
Kendini Arayan İnsan
Kendini Arayan İnsan

Kendini Arayan İnsan

“Yola çıkmak, kaygıyı çoğaltmaktır; yola çıkmamaksa kendini kaybetmektir… Ve en üst anlamıyla yola çıkmak, kendi benliğinin farkına varmaktır…” Kierkegaard 

Ne istediğinizi biliyor musunuz?

Ne istediğinizi bildiğinizi düşünüyor olabilir misiniz?

Ya da istediğinizi sandıklarınız, istemeniz gerektiğini düşündüklerinizden mi oluşuyor? 

Karışık mı? 

Bir düşünün. 

Hayatla ilgili sıkıntılarınız neler? 

Belirsizlikle aranız nasıl?

Ya kaygı ve endişe ile? 

İçinizde, ne ile doldurmaya çalışsanız da bir türlü bitmeyen bir kara delik, boşluk, anlamsızlık duygusu var mı? Yok mu?

Harika…

Siz, kendiniz, özünüz, sadece size ait olan esansın farkında mısınız?

Ya da “insanların benden beklediklerini yansıtan bir aynalar toplamıyım” lafı daha mı anlamlı geliyor?

Kendi olmak, öz, arzu, ruhsal hediye, misyon bu konular size ilginç geliyor mu yoksa kim, kiminle, nerede, ne yapmış konuşsak daha mı rahat edersiniz? İkincisi size ilginç geliyorsa bu yazıyı okumayın. 

Uzun zamandır, yolda olmak, özüne uygun yaşamak, görünenin ardındakini görmek konularında okuyor, yazıyor ve konuşuyorum. Daha önce hiç Rollo May okumamıştım. Kütüphanemde sıra bekleyen bir kaç kitabı var. 

Kendini Arayan İnsan ile başladım okumaya. Kendilik işçiliği özel ilgi alanım. Zamane insanının mana arayışı ve bu arayışın hayatiliği üzerine yazıyor May… 

“Günümüz insanının en büyük içsel sorunları nelerdir?” Sorusuyla başlıyor kitap, endişeden, boşluktan, güvensizlikten, yalnızlıktan, sıkıntıdan, bağlantısızlıktan, dış yönelimliliğin getirdiği içsel bakış eksikliğinden bahşediyor. 

Kültür tarafından dikte edilen, maddi hedeflere dayalı, mekanik hayattan, hoşlanmadığın bir işte çalışmak ve olduğun gibi olamadığın bir ilişkiden tutunma gayretinden bahşediyor. Kapitalizm şablonuna uymak adına özgün benliğinden vaz geçen insanları anlatıyor ilk başlarda. 

Güncel olma baskısı, davet edilme zorlantısı, biriyle, bir şeyle meşgul olma mecburiyeti, yalnızlığın ve sessizliğin ölüme eş değer olması ve tahammül edilemez olması ön kabullerinin altını didikliyor.

Hakikaten, en son ne zaman kendi kendinizle sessizlik içinde ve bunun keyfini çıkararak oturdunuz?

“Yalnız kalma korkumuzun temelinde kendimize dair farkındalığımızı yitirme endişesi vardır. İnsanlar uzun süre boyunca etraflarında konuşacak kimse olmayınca kendilerini boşlukta hissetmekten, sınırlarını yitirmekten ve kendilerine yön verecek hiçbir şey bulamamaktan korkarlar” diyor önce.

Ve şunu ekliyor:

Kişinin uyum sağlama yöntemleri tehdit altına girdiğinde ve çevresinde başka insanlar olmadığında o kişi kendi içsel kaynaklarına ve içsel gücüne başvurmak zorunda kalır ve işte modern insanların geliştirmeyi es geçtikleri şey de budur.”

Yalnızlığı unutmaya çalışan, kendine içeriden değil de dışarıdan bakan, kimliklerle, etiketlerle özdeşleşmiş insanlar için “doldurulmuş insanlar” diyor May. Ve eninde sonunda daha da yalnızlaşacaklarını çünkü sevmeyi öğrenebilecekleri bir temelden mahrum olduklarını ifade ediyor. 

Batı insanının son bir kaç yüzyılda kurduğu akılcı, tektip ve mekanik yaşam tarzının getirisi olan boşluk, risk odaklı yaşam, savaş tehditleri, özgürlük ve onur gaspını ise “Endişe Çağı” tabiriyle açıklıyor. 

May’in endişe tanımı da üzerinde düşünmeye değer: 

Korktuğumuzda bizi neyin tehdit ettiğini biliriz. İçinde bulunduğumuz durum bizi harekete geçirir. Endişeye kapıldığımızda ise atmamız gereken adımları bilmeyiz. Yakalanma, şaşkına dönme hislerine kapılırız ve algılarımız bulanıklaşır. Endişe bizi benliğimizin özünden vurur.” 

Kronik endişe halinin psikosomatik hastalıklar için şahane bir temel olduğunu belirtiyor. (bkz: Gabor Mate) 

Buraya kadarını biz de biliyorduk, diyor musunuz? Ben biliyordum mesela. Peki şuna ne diyeceksiniz? Kişinin endişe seviyesiyle, öz farkındalığı arasında ters korelasyon olduğunu belirtiyor May. 

“Endişe öz farkındalığımızı gasp etme eğilimindedir”

 diyor ve tersinin de geçerli olduğunu ekliyor hemen 

“Öz farkındalığı az olan insanlar nevrotik endişeye kapılmaya meyillidirler…

İçsel gücümüz ne kadar çoksa, yani hem kendimize hem de etrafımızdaki nesnel dünyaya dair farkındalığımızı koruma becerimiz ne kadar yüksekse tehditlerden o kadar az etkileniriz.”

Yani, bize her saim, sağdan soldan türlü tehditlerle gelen bu kahpe dünyayı iflah etmemiz mümkün değilse de, kendimize dair algımızı güçlendirip çevremizdeki kaos ve karmaşaya rağmen ayakta kalmamızı sağlayacak içsel güç merkezlerimizi bulabiliriz. 

İçsel güç merkezi ya da kendilik algısı ya da öz farkındalık, siz hangisini isterseniz öyle deyin, işte bunlara varmanın yöntemi de kendini aramaktan geçiyor… “Ben kimim?” temel sorusuyla başlıyor yol. 

Tabii ki tek soru bu değil. Yolda olan insan ikincil olarak şunu soruyor belki de:

“Burası neresi?”

İşte burada, kendimizle olan ilişkimizin ya da ilişkisizliğimizin hepimizin hayatını oluşturan bir kuyuya dönüştüğü yere varıyoruz. May şöyle ifade ediyor:

“Birey olarak kimlik bilincini yitiren insanların doğaya aitlik bilincini yitirme eğilimleri de vardır. Yalnızca ağaçlar ya da dağlar gibi hareketsiz doğayla değil, yanı zamanda doğanın hareketli parçalarıyla yani hayvanlara karşı da empati besleme becerilerini yitirirler.”

May bu kadarını söylüyor ama siz devamını da düşünün… Önce hareketsiz doğayla, sonra hareketli doğayla, sonra da kendi türüyle olan bağını yitiriyor insan. Yani içinde yaşadığımız zamanın, ülkenin bariz karakteristiği olan doğa katliamı, hayvanlara zulüm ve hatta kadın cinayetleri de bu perspektiften bakılmayı hak ediyor bana kalırsa. Velhasıl May şunu ekliyor:

“Kendini içsel anlamda boş hisseden modern insanın onu çevreleyen doğayı da boş, kupkuru ya da ölü gibi algılar.” 

Bu bana Clarissa’nın “Ruh açlığı” lafını hatırlatıyor; bir şey ölüyse ruhu gitmiş demektir, yaşıyorsa ruhludur. 

Modern insan kendini akıl, beden ve duygu diye ayırırken, 

Hayatı iş ve özel diye ayırırken,

Ben ve doğa diye de ayırdı… 

Kendini üzerinde, içinde yaşadığı doğadan, onun lisanından soyutladı… Yani, bunların safi madde olduklarına, ruhlu olmadıklarına inandı ve hatta bunu normalleştirdi. 

Buna “büyü bozumu” diyor May. Doğanın ruhunun unutulmasıyla cadılar, periler, cinler, batıl inançlar, büyüler de tedavülden kalktılar… Fakirleşip, yoksunlaştık. Ve böylece sadece dış doğa ile değil kendi iç doğamızla olan bağımızı da yitirdik. 

Şimdiye kadar anlattığım kısmı kitabın ilk çeyreğini kapsıyor. Bu kadar çok problematiği dile getirdikten sonra elbette çıkış yolunu da sunuyor May:

“Toplumumuzun ihtiyacı olan dahiler ve süper kahramanlar değil de var olabilen, yani kendi içlerinde bir güç merkezine sahip olan insanlardır.”

İçsel güce sahip olan kişiler çevrelerindeki paniğe kapılan insaları sakinleştirebilirler, diyor… 

Ve bunun yegane yolunun da “Kendinin farkına olma girişimine” atılmaktan geçtiğini söylüyor. Kendinin farkında olmak deyip de geçemiyoruz, bir ömürlük mesai istiyor diye düşünüyorum her seferinde. Yolunuz, yordamınız her ne ise, bunu bulun ve bu yoldan yürüyün, diyorum sohbet etme imkanı bulduğum herkese… 

Zaman, bizden bunu istiyor… 

Hayat, kendini bir bütün olarak yaşatmak istiyor bize. Hayat, kendinin azıyla yetinen insanlar ortalıkta dolanıp acı çeksinler diye oluşmuş olabilir mi sizce? 

İnsan, kendini arama, bulma, kabul etme, sevme yoluna girdiğinde ve elbette bunu yaparken dengeyi de koruyabilirse işte o zaman kendiliğinden bir neşe ortaya çıkıyor. 

May, neşenin, bize ait olan güçleri kullandığımızda ortaya çıkan duygu olduğunu söylüyor ve hayatın amacının da mutluluk değil neşe olduğunu, çünkü insan olarak doğamızın gereklerini yerine getirdiğimizde ve kendimizi onur sahibi bir varlık olarak deneyimlediğimizde bu hissi yaşadığımızı anlatıyor. 

Kitap, bu minvalde, her sayfada altı çizilecek, üzerine uzun uzun tefekkür edilecek cümlelerle devam ediyor. 

Şimdiye kadarı hoşunuza gittiyse, devamını da seversiniz… 

Bu konuları okumayı, düşünmeyi, konuşmayı seven bir insansanız da elbet yolda bir yerlerde karşılaşırız diye bitiriyorum yazımı…

Neşe ile kalın…

d. 


TARİH
Ekim 15, 2020
Paylaş
mail listesine kayıt olmak ister misin?
Kitap

Beni büyüten kadınlar

Yas, kadın olmak, anne olmak, kendin olmak… Damla Çeliktaban Beni Büyüten Kadınlar’da bir kadının, “edebi annelerim” dediği yazarların peşinde, masallar ve kadın çemberleri vasıtasıyla kendine annelik etmeyi öğrenme yolculuğunu anlatıyor. Kurtlarla Koşan Kadınlar’ın yazarı Clarissa P. Estes’den, Tezer Özlü’den, Sevgi Soysal’dan, Ursula K. Le Guin’den beslenen ve ilham alan bir yolculuk… Derin ve sarsıcı, umut ve şifa veren, iyileştiren bir kitap…
TÜM HAKLARI SAKLIDIR

WordPress Development by NewCycle.Studio